DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Bolat ÜNSAL
Bolat ÜNSAL
Giriş Tarihi : 06-05-2024 22:55

ATA YURDU TÜRKİSTAN

Oldukça uzun süre aldı düşlerimizdeki yolculuğa hazırlanmak. Türk Dünyasının yazar, şair ve sanatçılarını bir araya getirmek, kopma noktasına gelen bağlarımızı yeniden güçlendirmek, dil ve ekin (kültür) birlikteliğini sağlamaktı amacımız bu yolculuğa hazırlanırken.

Gitmeyi düşündüğümüz soydaş ülkelerin diline şiirlerimiz çevrildi ilk önce. Sonra da ortak kitaplarımız basıldı. Bu yolculuğumuzun birincisi, daha doğrusu benim ilk katıldığım buluşma 2022 yılı Ekim ayında Özbekistan’da gerçekleşmişti. Güzel dostlar edinmiştik her ne kadar aynı dili konuşamasak da. Bu yıl ki durağımız Kazakistan’ın Türkistan kenti oldu. Hepinizin bildiği, dünyaca tanınan Hoca Ahmet Yesevi’nin doğduğu büyüdüğü, ilim, irfanını oradan dünyaya yaydığı Türkistan kenti. Bir başka tanımlamayla ata yurdu Türkistan.

 

Türkiye’nin farklı il ve ilçelerinden, 13 şair ve yazar, 15 Nisan saat 17.00 de Antalya havaalanında toplandık. Kafile önderimiz Coşkun Karabulut ile birlikte Muğla’dan, Fethiye’den; Nurcan Gökmen, Şahsane Camız, Birdal Can Tüfekçi. Mersin den; Mustafa Doğan, Hacı Bayram Aslantaş. Kahramanmaraş’dan; Lütfi Bilir. Aydın dan; Yelda Özsunar. Adana’dan; Mahmut Özkoca, Adnan Gül. İzmit den; Yusuf Ziya Yılmaz. Hatay dan; Seval Beyazgül.

 

Uçağımız Antalya’dan havalandığında, saat 21.40 olmasına karşın, Kazakistan Çimkent havalimanına iniş yaptığımızda saat farkından dolayı sabahın 05.00 idi. Gelen yolcu çıkışında bizi güler yüzlü iki kişi karşıladı. Bunlardan birisi daha önceden tanıştığımız Prof. Dr. Gulnaz Fayzulla, diğeri adını sonradan öğrendiğim Prof. Dr. Dosbol İslam.

 

Türkmenistan Uluslararası Turizm ve Otelcilik Üniversitesin de öğretim üyesi olan Prof. Dr. Gulnaz Fayzulla ile daha önce tanışmış, 13 Mayıs 2022 yılında Fethiye de yapılan Uluslararası Akdeniz Kentleri Kültür ve Sanat buluşmasında konuşmacı olarak aynı masayı paylaşmıştık. Daha sonra ilk öykü kitabım olan Heybeden Hikâyelerin Kazakça çevirisini yapmıştı. Bu vesileyle kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum.

 

Türkmenistan, Uluslararası Hoca Ahmet Yesevi Türk – Kazak Üniversitesinde öğretim üyesi olan, Prof. Dr. Dosbol İslam ise, hayatımdaki tanıştıktan sonra en kısa sürede içtenlikle kaynaştığım ender dostlarımdan birisi oldu.

 

İki can dost geceden yola düşmüşler, bizi karşılamak için Türkistan dan Çimkent’e gelmişler. Sabah 05.00 de, iki minibüs ile birlikte bizi bekliyorlardı. Havaalanından bir süreliğine dinleneceğimiz ve kahvaltı yapacağımız eve giderken, bizden bir gün önce Çimkent’e ulaşmış Azerbaycan’dan gelen Seher Ahmed ile Alem Kengerliyi de konakladıkları otelden alarak yola devam ettik.

 

Bizi götürdükleri bir evde, Kazak Türk’ü geleneklerine göre yer sofrasında sabah kahvaltılarımızı yaptık. Biraz dinlendik. Bizde pişi diye adlandırılan ve özel dini günlerde yapılıp komşulara dağıtılan, yağda kızartılan hamurdan açılmış yuvarlak yassı veya yumru şeklindeki çörek niteliğindeki yiyeceklere, Kazak Türkleri milli ekmeğimiz diyorlar. Domates, salatalık, yumurta kahvaltının demirbaşları arasında yer alıyor. Zeytini kahvaltılarda pek göremezsiniz. Ancak beyaz çikolatamız da yer soframızda yerini almıştı.

 

İlk ziyaret ettiğimiz kurum Çimkent’in milli kütüphanesi oldu. Bizi girişte, Çimkent Yazıcılar Birliği Başkanı Mombek Abdakim Bey karşıladı. Mombek Bey, gün boyunca bütün programlarımızda da bizi yalnız bırakmadı. Biz Çimkent’den ayrılıncaya kadar eşlik etti sağ olsun. Kazakistan’ın en büyük milli kütüphanesi olduğunu öğrendiğimiz kütüphanenin, içersinde dolaşırken kayboluyorsunuz desem abartmış sayılmam. O kadar düzenli ve özenle tasarlanmış ki Kazakistan tarihinde yayınlanmış bütün eserleri bulmanız mümkün. Kütüphane yan yana salonlar dizilerek oluşturulmuş. Bu salonlardan birbirine geçiş yapılabiliyor. Bir insan boyunun üzerinde yüksekliği olan kitap dolu rafların arasından çıkmak istemiyor insan dışarıya. Bir çift göz ile seyrettiğiniz o kitaplarda, milyonlarca yorgun gözleri görüyorsunuz o kitapları yazan.

 

İkinci ziyaretimiz Çimkent de, bizim deyimimiz ile etnografya müzesine oldu. Kazak tarihinin sergilendiği müze aslında bize çok da yabancı gelmedi. Tarihten gelen köklerimizdeki kültür benzerliği, müzede olanca açıklığı ile karşımızda duruyordu. Bizim kıl çadırların yerindeyse, Kazak Türklerinin keçeden yapılmış otağı duruyordu. Müzede duran ulusal kaftan ve börk’ü giyip fotoğraf çektirmeden çıkmadık tabi ki müzeden. Benim dikkatimi bir başka nesne çekti müzede duran. Ağaç dallarından iskeleti yapılmış, sonra da beyaz şerit şeklinde kumaş parçalarından tüyleri oluşturulmuş bir at duruyordu müzenin bir bölümünde. Çocukluğumdan hatırlıyorum, benzer bir at modeli yapılır düğünlerde, biri o atın ortasına dikelir adeta at sürüyormuş gibi ortalıkta dolaşır eğlence yapılırdı. Değişen sosyal yaşam bir geleneğimizi unutturduğu gibi bunu da unutturmuştu bize.

 

Öğle yemeğine bir restorana davetli olduğumuzu öğrendik. Oldukça büyük bir lokantanın üst katında özel bir salonda bizim için uzunca bir masa hazırlanmıştı. Servis başladı kısa bir süre sonra bizi öğle yemeğine davet eden Kazakistan Milletvekili Sayın Bahadır Naimbetov Bey teşrif ettiler. Bizlerle tek tek tanıştı. Biz soydaşlarını, Çimkentte görmekten duyduğu mutluluğu, her iki Türk ulusunun arasındaki kültür sanat bağlarının güçlendirilmesinden duyacağı memnuniyeti ifade etti. Yemekten sonra kendisine gurubumuz adına teşekkür belgesi ve hediye takdim ettik.

 

El Farabi Kütüphanesi ziyaretinde, yetkililerin çay, pasta ve meyve ikramı yorgunluğumuzu biraz almıştı doğrusu. Soluklanmıştık deyim yerindeyse. Farabi: Felsefe, matematik, mantık, siyaset ve müzik alanında eserler yazmış. Bu toprakların yetiştirdiği; günümüzde de dünyanın birçok yerinde adına bilim merkezleri kurulan, 870 – 950 yılları arasında yaşamış ve dünyaca tanınmış Türk düşünürü ve bilim adamıdır. Bilmeyenler için kısaca ifade ettim.

 

Çimkent ile Türkistan’ın arası minibüs ile yaklaşık iki saat dolayında. Yorucu bir yolculuğun ardından otelimize ulaştık. Türkistan kent merkezinin biraz dışında olan otel yeni yapılmasına rağmen bizim çok da alışık olmadığımız nitelikteydi. Normalde oda kahvaltı çalışan, talepler doğrultusunda sipariş verildiği durumlarda yemek çıkaran Abdi Kağan Otel, restoranında ev sahiplerimizin ikramı olarak bize akşam yemeği hazırlamıştı. Daha önce Özbekistan’da da olduğu gibi burada da masaya ilk gelenler arasında piyaleler ve çaydanlıklar oluyordu. Piyale; küçük, kulpsuz çay içilen kâsenin adıdır. Çaydanlık ise çocukluğumdan usumda (Aklımda) kalan üstten kulplu emaye çaydanlıklardandı. Çay öyle bildiğiniz siyah çay değil. Burada iki türlü çay var, birisi siyah çay, diğeri yeşil çay. Siyah çayın rengi bizim bitki çaylarının renginde, açık renk bir çay türü. Yeşil çay ise siyah çaya oranla daha açık renkli bir çay çeşidi. Her iki çayın da içimi, bizim çaylara oranla çok daha yumuşak. Ekmekler bizim pidelerin biraz daha farklısı. Yuvarlak ve ortası çukur, kenarları kabarmış ve üzerinde çizgili desenler olan dekoratif görünümlü. Özbekistan da olduğu gibi burada da ekmek satılan ekmek pazarları var. Pazar konusunda soydaşlarımız bize göre biraz daha ihtisaslaşmışlar. Örneğin, ekmek satanlar için ayrı bir pazar kurulmuş. Et satanlar için ayrı bir Pazar. Giysi satanlar için ayrı bir Pazar, sebze ve meyve satanlar için ayrı bir pazar kurulmuş.

 

Ev sahiplerimiz ve rehberlerimiz Gulnaz Hanım ile Dosbol Bey’in sürprizleri devam ediyordu. 17 Nisan sabahı, Sabah kahvaltısından sonra Çimkent’in Kültür Salonun da bulduk kendimizi. Kazakistan’ın Türkistan kent’i yazarlarından Eskara Toktasinov beyin, yeni çıkan üç ciltlik kitabının hem tanıtım günü, hem de yaş günü kutlaması için salonda yerimizi aldık. Gulnaz hanım bizleri takdim etti salondaki konuklara. Daha sonra bizi sahneye davet ettiler. Türkiye’den kafile önderimiz Coşkun Karabulut ve Ben, Azerbaycan’dan Şair Seher Ahmed hanım, konuklara kendimizi tanıttık. Türkistan’da bulunma nedenimizi anlattık. Üç genç kardeşimizin dombıra ve türküleri ile coştuk. Konser bitiminde yanımda bulunan kazakça kitabımdan öğrencilere takdim ettim. Fotoğraf çekim etkinlikleri ile Kültür salonundaki etkinliğimiz son buldu.

 

Çok yakındaki, yürüyerek gittiğimiz bir lokantaya davet edildik. Yazar Eskara Bey’in doğum günü kutlaması, müzikler, türküler şiirler eşliğinde geçti. Kültür Salonunda dombra çalanların dışında, başka üç gencimizin dombraları’nın ezgileri eşliğinde öğle yemeklerimizi yedik. Her öğle ve akşam öğünlerinde sofraların olmazsa olmazları; bolca birkaç çeşit ekmek, misafir şekeri niteliğindeki şekerlerle dolu şeker tabakları, büyükçe ve dolu meyve tabakları, yaş pasta türleri, bildiğiniz türden gazlı içecekler, meyve suları ve elbette ki piyaleler ve çaydanlıklar.

Hayvancılık yaygın olduğu için genellikle değişik et yemekleri, patates, pirinç, mantı demirbaş yemekler arasında. Seçkin sofraların en seçkin yemeği ise at eti. Her zaman her yerde de bulamazsınız. Çorbalarda bizim çorbalar gibi terbiye alışkanlığı yok ancak yine de çok lezzetliler. Her tür yemeği severek yiyebilirsiniz.

 

Yemekten sonra Arslan Baba’nın türbesine yolculuğumuz başladı. Arslan Baba: Ahmet Yesevi’nin hocası. Doğumu ve ölümü hakkında kaynaklarda her hangi bir bilgiye rastlanmıyor. Hoca Ahmet Yesevi’nin türbesini ziyarete gelenler ilk önce Arslan Babanın türbesine götürülüyor. Bunun da ayrı bir öyküsü var.

“Emir Timur, çok saygı duyduğu Ahmet Yesevi’nin mezarının üzerine bir türbe yaptırmaya karar veriyor. Türbenin yapımı ilerledikçe bir takım terslikler de başlıyor. Yapıda kendiliğinden yıkımlar yaşanıyor, ustalar ölüyor, işçiler kazaya uğruyor. Türbenin yapımı bir türlü ilerleyemiyormuş. Emir Timur’a bir gece rüyasında; “Ahmet Yesevi’nin Türbesinden önce, hocası olan Arslan Baba’nın Türbesini yaptırması gerektiğini söylüyorlar. Emir Timur Ahmet Yesevi’nin türbesinin yapımını durduruyor. Önce Arslan Baba’nın Türbesinin, daha sonra da Ahmet Yesevi’nin Türbesinin yapılmasını emrediyor.”

Bu söylence nedeni ile Ahmet Yesevi’yi ziyarete gelenleri, ilk önce Arslan Baba’nın Türbesine daha sonra da Ahmet Yesevi’nin Türbesine ziyarete götürülüyorlar. Bu bir gelenek olmuş Türkistan da.

 

Farabi: Daha önce de bahsettiğim gibi, birçok alanda eserler yazmış, dünyaca ünlü düşünür ve bilim adamı. Doğum yılının 870 olduğu her kaynakta sabit, ancak doğduğu yer hakkında bilimsel olarak kanıtlanamasa da farklı görüşler de var. Kaynakların birçoğu Farabi’nin, Türkistan’ın Farab yakınlarında küçük bir köy olan Vasic’de doğduğunu söylüyor. Bazı kaynaklar da İran’ın Fârâb kentinde doğduğunu söylüyor. (Sonradan İran’ın Fârâb kentinde de bulunmuş olması, belki de bu yanılgının nedeni olabilir.)

Klasik Orta Asya Mimarisi görünümlü, giriş kapısının iki yanında iki burcun yükseldiği, tahta köprüden içeriye girdiğimiz bu köy; Farabi’nin doğduğu, yaşadığı, bozkırın uçsuz bucaksız sonsuzluğunda, etrafının kerpiç surlarla çevrili olduğu küçük bir köydü. Ama kerpiç kale surları oldukça çok geniş bir alanın etrafını çeviriyordu. Toprak üzerinde kalan günümüze kadar gelen yapılar var. Bölgede arkeolojik kazıların devam ettiği ve tamamının gün yüzüne çıkarılamadığı bölümler var. Sit alanlarının üzerinden dikelip, eksenim etrafında çevremi 360 derece dönüp o bozkırın uçsuz bucaksız yeşilliğini seyrettikten sonra, bir bilgin anca böyle bir toprakta yetişir düşüncesi bende netlik kazandı.

Renkli yaşamların olduğu coğrafyalarda yetişen çocuklar, hayata ve geleceğe biraz daha duyarsız oluyorlar sanıyorum. Kırsal kesim çocukları, çaresizliğin verdiği çıkış yolu arama ve bulma çabası ile daha da sarılıyorlar öğrenme ve kendilerini yetiştirme tutkusuna. Nisan ayında yemyeşil bozkırlarına hayran olduğumuz bu küçük köy, edindiğim bilgilere göre yaz aylarında tam bir cehenneme dönüşüyormuş. Yaz aylarının sıcaklık seviyesi 40 ile 60 derece arası değişiyormuş. Bir de bunun kış ayları var elbette. Kar yağışı alan bölgede, bir de her gün esen rüzgârları hesaba katacak olursak, kışların da çok rahat geçtiği söylenemez. Böyle bir coğrafyada yaşayan insan, birazcık aklı varsa elbette öğrenmeye, kitaplara ve bilime yönelir. İçinde bulunduğu koşulları nasıl ve ne şekilde olumluya çevirebileceğini düşündüğü için. En azından ben böyle düşünüyorum. Gözlemlediğim ve edindiğim izlenimlerin sonucunda.

Hiç anlam veremediğim ve Türk ulusunun alnına yapıştırılmış bir iftiradır göçebe yaftası. Oysaki son dönemlerde araştırmaların bize öğrettiği gerçekler; Türklerin de yerleşik düzende yaşadıklarıdır. Dokuzuncu ve onuncu yüz yılda yaşamış Farabi’nin doğduğu büyüdüğü bu köy bu düşüncelerimin bir kanıtıdır bence. Ayrıca Türkiye’deki farklı bölgelerde gün yüzeyine çıkarılan kazılardan elde edilen sonuçlar yani kazılarda ulaşılan damgalar (Tamgalar), yazıtlar, Orta Asya kültürünün izleri bizimde yerleşik yaşamı bildiğimiz yönünde kanıtlar sunuyor.

 

18 Nisan Perşembe yeni bir sayfa oldu benim için. Çünkü bu tarih beni yıllar öncesine götürdü de ondan. Lisede okuduğum yıllar cep harçlıklarımın en büyük bölümünü kitaplara ayırırdım. Kitap benim dünyamda o kadar yer etmişti ki, ne zaman kitapçı dükkânlarının önünden geçsem, kitaplara göz atmadan edemezdim. Bir gün, bir kütüphane oluşturmanın düşlerini kurardım hep. Şu ana kadar ben başaramadım belki ama bunu başaran birisi ile tanışmak onur oldu benim için.

Kendi olanakları ile Türk Halkları Kütüphanesi’ni kuran, emekli Prof. Dr. Kulbek Ergöbek bey’in kütüphanesiydi ilk uğrağımız bu gün. Kulbek Bey; kendine ait olan, oldukça büyük iki katlı bir de bodrum katı bulunan konağını kendi olanakları ile uluslararası bir kütüphaneye çevirmiş. Daha doğrusu Türkçe konuşan ulusların kitaplarından oluşan devasa bir kütüphane oluşturmuş. Kazak kitapların yanı sıra; Özbekistan, Kırgızistan, Tataristan, Türkmenistan, Azerbaycan, Başkurdistan, Çuvaşistan, Kıpçak ve Türkiyeli yazarların kitaplarından oluşan çok zengin bir kütüphane oluşturmuş. Toplam on beş farklı Türk halkının kitapları olduğunu anlattı bize.

Prof. Dr. Kulbek Ergöbek Bey, Uluslararası Ahmet Yesevi Türk – Kazak Üniversitesinden emekli olmuş bir öğretim üyesi. Emekli olduktan sonra iş hayatına atılmış. Bize kütüphaneyi gezdirirken; “Namık Kemal Zeybek dostumdur.” diyerek, oldukça uzun uzun bahsetti Namık Kemal Zeybekten. “Feyzullah Budak bey’i tanıyor musun?” diye sorunca, “Arkadaşım.” Diye yanıt verdi.

Prof. Dr. Feyzullah Budak: Uluslararsı Ahmet Yesevi Türk – Kazak Üniversitesinin, Namık Kemal Zeybek ile birlikte kurucu heyetinde yer almış bir aydınımız. Yolumuz ilk 23 Şubat 2018 yılında Ankara Kitap Fuarında kesişmişti. Aynı yayınevinden kitaplarımız çıkmıştı. O gün aynı masayı paylaşıyorduk. Dünya görüşümüz örtüşünce samimi olduk. Daha sonra Gulnaz hanım’a ve Dosbol beye de sormuştum tanıdıklarını söylediler. Feyzullah ağabey’e bu konuyu yazdığımda, ondan öğrendim ki Prof. Dr. Kulbek Ergöbek bey’in Kazakistan’ın en önemli Türkologlarından birisi olduğunu. Öyle olmasaydı zaten böyle bir kütüphane kurması olanaksızdı.

Duyarlı ev sahiplerimiz, belki Kazak mutfağının yemeklerini severek yiyemiyoruzdur diye bizi bu gün öğleyin, Türkiye’den Türkistan’a yerleşmiş ve lokanta çalıştıran bir ailenin işletmesi olan Türkistan Elif Kafeye götürdüler. Burada kazak yemeklerinin yanı sıra Türkiye mutfağının da yemekleri vardı. Hatta bizim çayımızdan bile ikram ediyorlardı. Her gittiğim ülkede, o ülkenin mutfağının yemeklerini yemeye özen gösteririm. Her ne kadar arkadaşlarım benim gibi düşünmese de. Bu gün öğleyin de böyle oldu. Arkadaşların tersine ben öğünü yine Kazak yemekleri ile sürdürdüm.

 

Arslan Baba’nın türbesini ziyaret etmiştik. Hoca Ahmet Yesevi’nin türbesini gezebilirdik artık. Ahmet Yesevi: 1093 – 1166 yılları arasında yaşamıştır. Türkistan Piri diye anılır. Tarihteki ilk, büyük Türk mutasavvıfı olarak bilinir. Anadolu’ya hiç gelmemiş olmasına karşın, Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre gibi Anadolu mutasavvıflarını etkilemiştir. Türklere İslam’ı kolaylaştırarak benimsetmiş, İslam inancını Türk gelenek inanç ve yaşam yöntemleri ile uygun biçimde sentezlemiştir. Türkler, orta Asya kökenli gelenek ve görenekleri günümüzde hala sürdürüyorlarsa bunun bir nedeni de Ahmet Yesevi’nin öğretilerinin sonucudur belki de. İslamiyet’in Araplaştıramadığı tek ulustur Türkler. Elbette bunda Türklerin görenek ve geleneklerine bağlılığı da önemli bir rol oynamıştır bana göre. Çünkü din başka, kültür başkadır. Günümüzde bu ayrıntıyı toplum kavrayamamış olsa da.

Ahmet Yesevi’nin türbesi, o bölgenin her yerinden bütün güzelliği ve ululuğu ile görülebiliyor. Çünkü etrafını çevreleyen oldukça geniş arazi çimlendirilmiş, ağaçlandırılmış ve türlü rengârenk çiçekler ile bezenmiş. Türbenin ortasındaki kubbenin bulunduğu alanın tadilat çalışmaları bitmediği için oraya giremedik. Ancak anıt mezarının olduğu bölümde sürekli kuran okunuyor ve dualar ediliyordu. Bizde görevimizi tamamladıktan sonra oradan ayrıldık.

 

 

Çünkü Uluslararası Turizm ve Otelcilik Üniversitesinde, kitap tanıtımları, öğrenciler ile söyleşi, şiir ve dombra eşliğinde dinleti yapılacaktı. Aynı üniversite de öğretim üyesi olan Prof. Dr. Gulnaz Fayzulla’nın çevirisini yaptığı, 2017 yılında ilk baskısı yapılan Heybeden Hikâyeler adlı kitabımın da tanıtımı yapılacaktı. Toplantı salonuna girdiğimizde, sahnede bir masanın üzerinde, kurdeleler ile bağlanarak hediyelik paketi gibi hazırlanmış yazarlarımızın ve benim kitaplarımızı gördük. Programın açılışını ve sunumunu, aynı üniversitede öğretim üyesi olan Gulnaz hanım yapıyordu. Üçü kız, birisi erkek dört öğrencimizin dombraları eşliğinde başladı etkinlik. Arada arkadaşlardan şiirler okudular. Bazı şiirler; Türkçe bilen öğrenciler tarafından Türkçe, bazı şiirler Türkçe bilmeyen öğrenciler tarafından Kazakça okunuyordu. Sesi ve zarafeti ile sahne alan bir kız öğrencimiz de bize kazakça şarkılar söyledi. Müzikleri ve yorumladıkları şiirler ile etkinliğimize renk katan öğrencilerimize de kitaplarımızdan hediye ettik. Bu fakülte de etkinliğin hazırlanmasında emeği geçenlere teşekkür ederek, Teşekkür Belgelerini takdim ederek güzel anılarla ayrıldık fakülteden.

 

 

Mersin Yazarlar Şairler Derneği Başkanı Mustafa Doğan kardeşim akşam salonda şiir dinletisi yapalım önerisinde bulundu. Lobide oturup ellerinde birer telefon, içtimada gibi yan yana dizilip saatlerce süre geçirmektense, şiir ve yarenlik elbette daha benimsenebilecek bir etkinlikti. Soydaşlarımızın bulunduğu her etkinlikte olduğu gibi yine “Turan Birliği” şiirimi paylaştım arkadaşlar ile.

 

 

19 Nisan Cuma gününü dinlenmeye ve alışverişe ayırmıştık. Gerçi bizim ülkemiz gibi, ziyarete gittiğimiz tarihi yerlerin girişlerinde küçük dükkânlarda veya büfe tarzı yerlerde hediyelik eşya satanlara rastlamak mümkündü. Hediyelik dedimse, tespih, Kazak Türklerinin ulusal şapkası, bileklik, magnet, porselen veya toprak üzeri Türkistan resimli tabaklar, eşarp tarzı az çeşitte hediyelikler yaklaşık her yerde vardı. Biz Cuma Günü kent merkezinde hem gezecektik hem de alışveriş yapacaktık. Alışveriş gezisi; kent’in yeni yapılaşan tarafı ile halkın önceden yerleşim bölgelerini gözlemlememizi sağladı bize. Alışveriş merkezleri Türkistan’ın yeni yapılaşan bölgelerinde oldukça yaygınlaşmış. Birtakım markalar bu A.V.M. lerde yerlerini almışlar. Yapılar oldukça şık ve güzel. Yurttaşların ihtiyaçlarını karşıladıkları çarşılar çok daha farklı. Hayatın samimiyetini ve gerçekliliğini buralarda daha iyi gözlemliyorsunuz. Sanki birisi bize dayatılmış yapay kültür, diğeri özümüzden kaynaklanan yaşam biçimimizin bir kesiti gibi geliyor bana. Kültürü ve yaşam tarzı ile daha sıcak daha içten sokaktaki yurttaşlar benim için. Diğer taraftan; bir tarafta küreselleşmiş ve özünü kaybetmiş kıyafet veya diğer ürünler var, bir tarafta yani halkın yaşam ve alışveriş alanlarında geçmişten günümüze taşıdığı atalarının izleri var. En azından kimliğimiz konumumuzdaki kültürümüzün yok olmaması için, bu geleneksel çarşı kültürünün de yaşatılması gerekli diye düşünüyorum.

Ev sahiplerimiz, Gulnaz Hanım ve Dosbol Bey; “Akşam yemeği için Antalya Restoran’a gidiyoruz.” dediler. Antalya Restoran kent’in yeni yapılaşan bölümünde, bizdeki gibi çok katlı olmasa da, apartmanların olduğu tarafındaydı. Kapıda bizi, ince uzun boylu bir bey karşıladı. Buranın işletmecisi kim diye sorduğumda; “Başka sahibi çıkmazsa benim.” diye yanıt verdi. “Antalyalı mısınız, yoksa Antalya adının gözde olmasından kaynaklı mı iş yerinize Antalya adını verdiniz.” diye sordum.

 

 

Mustafa Bey Antalya Bahçelievler mahallesindenmiş. Kemer de, Antalya’da bazı otellerde müdürlük yaptığını, sonra bir kazak kız ile yollarının kesiştiğini, evlendiklerini ve Türkistan’a yerleştiğini, 18 yıldır burada yaşadığını anlattı. Restoranı, Antalya’daki bir restorandan farksızdı. Yemekler tamamen Türk mutfağı türlerinden hazırlanıyordu. Türkistan’a geldiğim günden bu yana bir lokanta masasında ilk defa servis bıçağı görmüştüm. Buradaki, ne lokantalarda ne de otel kahvaltı masalarında servis bıçağı göremiyorsunuz. Belki bir gün olur. Mustafa Bey lokantasını, Antalya’da bir lokanta yapar gibi yapmış, dekor ve mimari açıdan. Başka bir güzellik daha vardı, localar yapmış. Bu localara da bizim ilçelerin adlarını vermiş. Ben o gün akşam yemeğimi iki arkadaşım ile birlikte Kemer adını verdiği locada yedim.

Akşam otele döndüğümüzde bizi güzel bir sürpriz daha bekliyordu. Bir akşamlığına da olsa, bizimle görüşmek için Özbekistan – Taşkent ten gelen iki dost bulduk karşımızda. 2022 yılı Ekim ayında Özbekistan’da gerçekleştirilen etkinlikte; Türk Dünyası Gönül Yolcularını ağırlamışlardı, Edebiyat Dünyası Gazetesinin Baş Redaktörü Hasiyet Rüstem Hanımefendi ve Uluslararası Özbekistan Milli Üniversitesinde Öğretim Üyesi olan Doç. Dr. Shermurod Süphan Bey. Özbekistan’da da güzel programlar hazırlamışlardı bizim için. Hasret giderdik, uzun uzun yarenlik ettik. Bizim için Özbekistan’dan getirdikleri Özbek şapkaları ile kep giyme töreni düzenlediler bizim için adeta.

 

 

20 Nisan Cumartesi oldukça sabah erken başladı yolculuğumuz. Çünkü bugün Türkistan Valisi ve aynı zamanda Türkistan Meclis Başkanı olan Sayın Sercan Bayısbebov Bey bizi Türkistan’ın yaylalarına davet etmişti. Gittiğimiz o yaylaların önemini oraları gezerken anladık.

Yönümüz; geçmişi 7. Yüzyıla dayanan, tarihi ipek yolu üzerinde konumlandırılmış, ortaçağ kenti Sauran Kalesiydi. Çok uzun asırlar, bölgedeki soydaşlarımızı barındıran, dönem dönem de, konumsal değerinden dolayı bölge uluslarının birbirleri ile çatışmalarına neden olan Sauran Kalesi oldu sabah’ın erken saatlerindeki ilk durağımız. Daha önce de fark etmiştim ancak Sauran Kalesini gezerken daha çok özümsedim yaşamın bozkırın sonsuzluğuna yayılışını. Burada yaşam vadiler arasına sıkıştırılmamış. Çevrenize bakındığınızda bir yeryüzünü, bir gökyüzünü görmüyorsunuz. Etrafınıza baktığınızda, gözbebeklerinizde uçsuz bucaksız yeşil otlaklar uzanıyor boylu boyunca.

 

 

7. yüzyılda yaşama konutluk yapan, tuğladan yapıların oluşturduğu bir ortaçağ kenti Sauran. Birileri bize göçebe diyor ya hani, geçmişini tanımayanların gözlerine sokabileceğiniz bir kanıt Sauran Kent’i. Biz 7. Yüzyılda da konutlarda yaşamayı biliyorduk, daha öncesinde de, konutlarda yaşamayı biliyorduk diyebileceğiniz, tarihin günümüze taşıdığı belgelerdir Sauran Kalesi.

Bizi gideceğimiz her yere, her köşeye taşıyan minibüsler; yumuşak engebeli arazilerden aşarak vardığımız bir durakta bizi yeni bir yolculuğa yönlendirdiler. Yürüyerek bir yamaç’a tırmandık. İçersinden yürüdüğümüz yolun iki kıyısında, görebildiğim kadarı ile dut ağaçları vardı. Yamaçlarından az miktarda suların küçük arıklardan aktığı yollardan geçerek hafif bir düzlük alana varmıştık. Sahabelerden birisinin türbesi olduğunu söyledikleri mezar’ın uzunluğu muhtemelen on metre dolaylarındaydı. Dualar edip dilekler dileyerek ayrıldık oradan.

Park alanına geldiğimizde bir başka araç bizi bekliyordu. Neden araç değiştirdiğimizi daha sonradan anladık. Yola çıkarken çok yüksek dağlara çıkacağımızı söylemişlerdi. Dört çeker olduğunu düşündüğüm bir küçük otobüs ile bir süre yol gideceğimizi sonra yaya yürüyeceğimizi zannediyordum. Yanılmışım. Otobüs, ancak arazi araçlarının ilerleyebileceği dar ve dik üstelik bozuk yoldan bizi dağların zirvesine doğru götürüyordu. Önümüzde bize rehberlik eden iki arazi arabası daha vardı. Bu arazi arabalarından birisi diğerine göre daha yeni ve donanımlı idi. Bu araçta bizi otağda ağırlayacak Vali Bey’in olduğunu öğrendik rehberlerimizden. Otobüste bizimle beraber, Türkistan Media Holding Genel Müdürü Telman Abdibekuly Beisenov Bey ile Türkistan TV. den bir kameraman ve bir de muhabir bulunuyordu. Dağlar dedimse öyle aşılmaz sarp yalçın kayalıklardan oluşan dağlar değildi buradaki dağlar. Arazi araçları ile aşabildiğiniz, eğimli tümsek toprak yığınları gibi düşünün. Yüksek olmasına yüksek ancak araç ile eteklerinden zirvesine doğru ilerleyebiliyorsunuz. O yüksek tepelerden aşağılara doğru inişe geçti aracımız. Aşağıdaki düzlüğe yaklaştığımızda, bir ırmağın kenarında kurulmuş iki otağ gördük. Otağların yanına vardığımızda yüzlerce yaşında olduğunu düşündüğüm söğüt ağaçları vardı. İki yamacın ortasından kıvrıla kıvrıla bir ırmak akıyordu bozkırın serinliğini çok uzaklara taşıyarak.

 

 

Önce otağlara davet ettiler bizi. Otağların içersinde yer sofrası kurulmuş, yer sofrasının üzerine geleneksel yemekler serpiştirilmişti. Vali Bey bizim bulunduğumuz Otağ’a girdi yemek için. Oldukça düzgün Türkçe konuşuyordu. Üniversite eğitimini İstanbul’da tamamlamış. Çok güzel Türkçe konuşmasının nedeni buydu. Yemek boyunca yarenlik ettik. Kurulan otağlar, bizim buraya getirilmemiz, burada ağırlanmamız, hatta bizi gideceğimiz programlara ve gezilere götüren minibüslerin ayarlanmasını, hepsini Sayın Vali Sercan Bayısbebov Bey organize etmiş.

Buradaki gezimize rehberlik eden, Tarihçi ve Arkeoloğ Mels Bahtbayev Bey, bizi burası hakkında bilgilendiriyordu. Kazakistan tarihinde, Sauran sınırları içersinde bulunan bu dağın adı Oğuz Dağı olarak biliniyormuş. Son yıllardaki araştırmalar sonucunda; karşılıklı tepelerden oluşan ve ortasındaki vadiden ırmak akan bu dağın, ırmağa yakın olan karşı kıyısına yakın bir tümsek üzerinde oldukça büyük bir düzlük alan var. Bu düzlük alanın batı kıyısında mezarlar var. Bu tümsek ve düzlük alanın Türklerin Atası Kabul edilen Oğuz Kağan’ın kalesinin yıkıntıları olduğu izlenimine varmış Kazakistanlı araştırmacılar. Bu bölgeyi gün yüzüne çıkarmak için kazı projesi hazırlamışlar ve Türkiye’den yardım talep etmişler. Talebe olumlu yanıt gelmesi durumunda kazılara başlanıp Oğuz Kağan’ın Kalesinin kalıntılarını ortaya çıkarıp bölgeyi turizme açacaklarını söylediler. Vali Sercan Bey, bir de muştu verdi bize. Buraya gelen ilk ziyaretçi kafilesi bizim Türk Dünyası Yazar ve Şairleriymiş. Bu nedenle buraya isimlerimizin verileceğini ifade etti. Bir gün gerçekleşirse çok büyük bir onur olur bizler için.

Türkistan TV. Bizimle her programımızda birlikte oluyor, her bir arkadaşımız ile ayrı günlerde, saatlerde röportajlar yapıyor ve yayınlıyordu. Benim röportajım; Atamız Oğuz Kağan’ın at koşturduğu avlandığı dağlarda, dolaştığı bozkırlarda, atının ve kendisinin su içtiği ırmağın kıyısında, Ata yurdunda gerçekleşmiş olması benim için inanılmaz bir mutluluktu. Bir Türkçü daha ne isteyebilir ki bundan başka. O an doğaçlama aklıma geldi buradan, Türkiye ye birkaç avuç toprak götürmek. Yusuf Ziya ile birlikte, birkaç avuç toprak aldığımızı Vali Bey Görmüş yanımıza geldi. Sonra Türkistan televizyonu muhabirini ve kameramanını yanımıza çağırdı. Bize Kazak Türklerinin önemli bir geleneğini anlattı.

“Biz Kazakların bir geleneği vardır. Ülke dışında bir kazak ölürse ve cenazesi ülkeye getirilemiyorsa, öldüğü ülkeye gömülür. Gömüldüğü ülkedeki kent’in veya mezarlığından toprak alınır ve Kazakistan’a getirilir. Getirilen bu toprak ile ülkedeki kent’in gömütlüğüne anıt bir gömüt yapılır. Bu yapılan gömüt ölenin gerçek gömüt’ü olarak kabul edilir. Şimdi siz de, Oğuz Kağan’ın burada yattığına inandığımız topraklarından, Türkiye ye toprak götürüp Atanız/Atamız Oğuz Kağan için bir anıt gömüt yapabilirsiniz. Bu nedenle, kameralar huzurunda ben size Türkiye de yapacağınız temsili Oğuz Kağan Gömüt’ü için toprak teslim edeyim, siz de Türkiye de bir Oğuz Kağan gömüt’ü yapın.” Dedi.

 

 

Sayın Vali Sercan Bey’in bize teslim ettiği toprağı biz ne yazık ki, gümrükten geçiremedik. Daha doğrusu toprağı neden götürdüğümüzü de anlatamadık. Çünkü bir lisan eksiktik dolaysı ile bir insan da eksiktik. Ancak ben yine de sözümü tutacağım. Bir gün o temsili toprağı getirip, Oğuz Kağan Anıt Gömüt’ü yapacağım Kemerde. Oğuz Dağındaki program bitişinde ayrılmadan önce hatıra fotoğraflarından sonra sayın çok kıymetli Vali Bey’e Kitaplarımdan oluşan bir de Kemer anısı hediyemizi takdim ettim ve yola koyulduk.

Günü sonuna yaklaşırken yeni bir Kazakistan kültürü ve inanışı ile tanıştık. Sabah ziyaret ettiğimiz sahabenin türbesinin karşısında bulunan yamaçta bir kuyu var. Söylenceye göre o türbede yatan sahabenin bu kuyudan su taşıdığı yönünde bir inanış var. Esas ilginç olan kovayı kuyuya her sallayan su çekemiyor. İnanış’a göre; kovayı, kuyuya sallamadan önce bir dilek tutuyorsunuz. Eğer dileğiniz kabul olacaksa kovaya su doluyor. Eğer dileğiniz kabul olmayacaksa, bir başka deyişle siz tanrının sevgili kulu değilseniz kuyuya salladığınız kova su dolmadan boş geri geliyor. Bir başka anlatılan tanımlama ile melekler sizin kovanıza su taşımıyor. İnanışların ve söylencelerin sorgulanmadığı toplum sanıyorum bir tek Türk Ülkeleri.

O kuyuya ulaşmak için dakikalarca kuyrukta sıra bekledik. Akşamüzeri geç saatlerde sıra geldi. Bizim gurubu kuyunun başına aldılar. Önce dualar okundu. Sonra kovanın ipini eline her alan dilek tuttu. Kovanın ipini yaklaşık üç dört metre kontrollü biçimde yavaş yavaş kuyunun tabanına doğru bırakıyorsunuz. Belirli bir seviyeden sonra, oradaki görevli size işaret veriyor ve kovanın ipini tamamen ellerinizden bırakıyorsunuz. Kova kendi halinde yaklaşık kırk metre aşağıdaki zemine düşüyormuş. Sesi duyduğunuz andan itibaren, ipi elinize alıp çekmeye başlıyorsunuz. Kuyunun derinliği o kadar fazla ki, kovanın boş mu, dolu mu geldiğini anlamanız bile olanaksız. Günahsız ve dualarınız kabul olacaksa, kova su ile dolu geliyordu ya! Bana sormuşlardı; “Kuyuya kovayı sallayacak mısın?” diye. “Kuyu ya kovayı sallamak önemli değil, benim kovanın su dolması da çok önemli değil, kovanın kendisi geri gelmeme ihtimalinden korkarım.” demiştim. Herkes bana gülmüştü. Evet, benim kovam geri gelmişti ancak boş gelmişti. Buna da şükür demekten başka çare yoktu sanıyorum.

Kuyu görevlisi anlatıyor.

“Ben her yıl bir defa bu kuyunun tabanına inerim. Temizlik yaparım. Aşağıda kalan kovalar, ip parçaları ve daha birçok aklınıza gelmeyecek/gelemeyecek atıklar çıkarırım. Kovanın sarkıtıldığında düştüğü taban ile suyun aktığı yer altı su kanalı arasında dört beş metre mesafe var. Eğer sizin dualarınız kabul olacaksa, melekler o kovayı alıp, suyun aktığı kanal’a kadar taşıyıp su ile dolduruyor ve kovanın düştüğü zemine su dolu olarak geri getiriyorlar. Böylece sizin kovanız su dolu olarak yukarıya çıkıyor.”

Eğer şansınız yanınızdaysa ve siz kuyuya salladığınız kova ile su çekip içebildiyseniz, içemediğiniz artan suyu da bir kaba koyup eve götürebildiyseniz; bu dünyanın en şanslı en günahsız insanısınız. İnanmak; insanın bildiği yolda kararlılıkla yürümesini sağlar. Siz mutluluğa giden yolu bildiğiniz yöntem ile sürdürün.

 

 

21 Nisan Pazar dinlenme, alışveriş ve eğlence günü oldu. Rutin kahvaltıdan sonra telgrafın tellerindeki sıra sıra kuşlar gibi hepimiz lobide yan yana dizilmiş ellerimizde telefonlar sosyal medyada ötüşüp duruyorduk. Öğleden sonra servis araçlarımız bizi aldı çarşıya götürdü. Bu defa öğrenmiştik nerede ne var biraz daha rahat ve kendi halimizde birkaç kişilik guruplar halinde tamamladık alışverişlerimizi. Akşam canlı müzik yapan bir eğlence yeri aradık ancak altyapıdan müzik verebilen, birden fazla salonu olan bir işletme bulduk. Hatta üst kattaki salonlardan birisinde sanıyorum düğün vardı. Giyim kuşam, aile yapısı, hal ve hareketler düğüne gelenlerin ortak özellikleri bizim toplumumuzdan farksızdı. Daha da özümsüyorsunuz sokaktaki yurttaşı gördükçe kardeş olduğunuzu. Şarkılar şiirler ile bol votkalı bir akşam yemeği yedik. Güzel bir akşam olmuştu her ne kadar dombra dinleyemesek de.

Dosbol kardeşim biz erken kalkalım seninle önden çıkalım dedi. Yolda bira satan bir dükkâna uğradık. Bar ile bakkal karışımı bir dükkândı. Kazaklar bira ya sıra diyor. Dosbol üç litre bira aldı. Birayı fıçıdan litrelik pet şişelere doldurup veriyorlar. Bu da ilk gördüğüm bir bira satış yöntemiydi. Otelin restoran bölümünde bira içerken, Dosbol bu gün gündüz koyun kestiğini, yarın akşam bizi evinde ağırlayacağını, ayrıca 5 yaşındaki oğlunun köstek kesme töreni yapılacağını anlattı, anlatabildiği kadarıyla. Sonra Gulnaz Hanım olayı daha kapsamlı tercüme etti bize. Yarın akşam onurlu bir görev bekliyordu beni. Dosbol bir gün önceden onun tebliğini yapıyormuş bana. “Oğlumun kösteğini kesmesi için Türk Dünyasından Bolat’ı seçtim.” demiş Gulnaz hanım’a.

Gulnaz hanım konuyu biraz daha açtı.

“Bizde her çocuk için köstek kesme töreni yapılır. Çocuk dört beş yaşlarına geldiğinde kösteği kesilir. Kösteği kesilecek çocuğun, ileride kime benzemesi isteniyorsa köstek ona kestirilir ki, çocuk büyüyünce kösteği kesenin karakterinde yapısında bir insan olsun diye. Biz kazaklarda köstek kesmek çok büyük bir onurdur şereftir. Dosbol Bey bu onur’a Türk Dünyasından sizi layık görmüş çocuğunun büyüyünce siz benzemesini istiyor. O nedenle köstek kesme görevini size veriyor. Köstek Kesme Duasını da Coşkun Bey’in etmesini istiyor.”

Odama çıkıp yatarken anımsadım benim çocukluğumda da köstek kesme töreni yapılırdı. Ancak bizde her çocuk için yapılmazdı. Sadece sürekli tökezleyip düşen veya sakar iki de bir düşüp duran, yürüyemeyen, geç yürüyen çocuklar için köstek kesme töreni yapılırdı. Oysaki Kazaklar bütün çocuklar için köstek kesme töreni yapıyorlar. Ortak kültüre bir örnek dahadır bu olay.

 

Bu gün Türkistan’da son günümüz. Öğleden sonra, Ahmet Yesevi Uluslararası Türk – Kazak Üniversitesinde programımız vardı. Rektör bizi öğle yemeğinde ağırlamak istemiş. Yemekten sonra teşekkür etmek için, rektörün işi olması nedeniyle Rektör Yardımcısını üç arkadaş ile birlikte ziyaret ederek bizi üniversite de ağırladıkları ve öğrencilerimiz ile buluşturdukları için çok teşekkür ettik.

Filoloji Fakültesinde bizi; Filoloji Fakültesi Dekanı Doç. Dr. Abdulkadir Öztürk ile İlahiyat Fakultesi Dekanı Prof Dr. Dosay Kenjetay karşıladılar. Toplantı salonuna geçtiğimizde öğrenciler bizi bekliyordu. Proğramın sunumunu yine Gulnaz hanım yapıyordu. Gerçi öğrencilerinin birçoğu rahatlıkla Türkçe konuşuyorlardı. Anlaşmakya sorun yaşamıyorduk. Öğrenciler ile birer şiirimizi paylaştık. Kitaplarımızdan takdim ettik. Bolca hatıra fotoğrafı çektirdik.

Programdan sonra otele uğrayıp kısa bir moladan sonra Dosbol Bey’in evine geçtik. Dosbol’un evi tek katlı ancak oturum yüzölçümü olarak oldukça büyük bir evdi. Yedi veya sekiz odadan bahsettiler. Biz konuk odasında yerimizi aldık. Konuk odası oldukça büyük ortada, yaklaşık 25 cm. yüksekliğinde ahşaptan yapılmış 24 kişinin karşılıklı oturabileceği çok uzunca bir masa vardı. Masanın etrafına minderler serilmiş, yer sofrasında yerimizi aldık. Bizim için aile iki gündür hazırlık yapıyorlarmış. Gerçekten de sofrada bir kuş sütü derler ya, yok yoktu. Ana yemek olan et yemeği, su böreğine benzer yufkanın üzerinde geldi büyükçe tepsiler ile. Vakit ilerliyordu biz daha otele dönüp valizlerimizi hazırlayacaktık.

Köstek Kesme Törenini yapalım dedi Dosbol Bey. Dışarıdaki salona çıktığımızda, çocuk ayaklarını bağladıkları odasında ağlıyordu. Ayaklarını bağlamışlar, benimse elime kocaman bir bıçak tutuşturmuşlardı. Ağlayarak ta olsa ufaklığı yanıma getirdiler. Hemen elimdeki bıçağı sakladım, sonra çocuğu kucakladım, yüzünü saçlarını okşadım, sakinleştirdim, korkmamasını anlattım. Benim söylediklerim çocuğa aktarılıyordu. Bir taraftan da aile çocuğu sakinleştirdi ve bir çırpıda çocuğun ayağındaki bağlı ipi kestim ve bıçağı tekrar sakladım. Artık küçük İslam’ın rol modeliydim.

Orada bulunan arkadaşların birçoğu köstek kesme geleneğini bilmiyorlardı. Bizde neden yapıldığını, Kazaklarda neden yapıldığını anlattım. Adımın bir evliyadan geldiğini ve bu isme layık bir ömür sürdüğümü ahlak ve doğruluktan ödün vermediğimi anlattım. Küçük İslam’ında ahlaklı, doğru, dürüst ailesine ve ülkesine bağlı, Türk Dünyası birlikteliği ve “Tek Dil Ortak Alfabe.” düşüncelerim doğrultusunda çalışmasını, babasının taşıdığı ilim irfan bayrağını çok daha yükseklere ve ileriye götürmesini, hatta bir gün Kazakistan Cumhurbaşkanı olmasını temenni ederek kutladım. Sonra aile ile birlikte bir aile fotoğrafı çektirdik. Artık Kazakistanlı bir ailem olmuştu. Bu onuru bana layık gören İslam ailesine çok teşekkür ediyorum

Türkistan’da izlenimlerle dolu geçirdiğimiz sekiz günün yaşanmasında katkıları olan; Kazakistan Milletvekili Bahadır Naimbetov’a, Türkistan Valisi ve Meclis Başkanı Sercan Bayısbebov’a, Uluslararası Turizm ve Otelcilik Üniversitesi Öğretim Üyesi (Aynı zamanda çevirmenim) Prof. Dr. Gulnaz Fayzulla’ya, Ahmet Yesevi Uluslararası Türk – Kazak Üniversitesi Öğretim Üyesi Dosbol İslam’a, Çimkent Yazıcılar Birliği Başkanı Mombek Abdakim’e, Türkçe Konuşan Halklar Kütüphanesi Kurucusu ve Sahibi Prof. Dr. Kulbek Ergöbek’e, Türkistan Media Holding Genel Müdürü Telman Abdibekuly Beisenov’a ayrı ayrı arkadaşlarım ve şahsım adına çok teşekkür ediyorum.

 

Yazar, Şair, Heykel Sanatçısı Bolat ÜNSAL

NELER SÖYLENDİ?
@
Bolat ÜNSAL

Bolat ÜNSAL

DİĞER YAZILARI Nartugan (Nardugan): Türklerin Yeni Yılı
NAMAZ VAKİTLERİ
PUAN DURUMU
  • Süper LigOP
  • 1GALATASARAY3699
  • 2FENERBAHÇE3693
  • 3TRABZONSPOR3764
  • 4RAMS BAŞAKŞEHİR FUTBOL KULÜBÜ3758
  • 5BEŞİKTAŞ3756
  • 6KASIMPAŞA3753
  • 7CORENDON ALANYASPOR3751
  • 8EMS YAPI SİVASSPOR3751
  • 9ÇAYKUR RİZESPOR3750
  • 10BITEXEN ANTALYASPOR3748
  • 11YUKATEL ADANA DEMİRSPOR3744
  • 12YILPORT SAMSUNSPOR3743
  • 13MONDİHOME KAYSERİSPOR3742
  • 14GAZİANTEP FUTBOL KULÜBÜ3741
  • 15TÜMOSAN KONYASPOR3741
  • 16MKE ANKARAGÜCÜ3740
  • 17ATAKAŞ HATAYSPOR3738
  • 18VAVACARS FATİH KARAGÜMRÜK3737
  • 19SİLTAŞ YAPI PENDİKSPOR FUTBOL3737
  • 20İSTANBULSPOR3716
Advert
Gazete Manşetleri
Yol Durumu
E-GAZETE
gazete
BURÇ YORUMLARI
  • KOÇ
    Koç Burcu
  • BOĞA
    Boğa Burcu
  • İKİZLER
    İkizler Burcu
  • YENGEÇ
    Yengeç Burcu
  • ASLAN
    Aslan Burcu
  • BAŞAK
    Başak Burcu
  • TERAZİ
    Terazi Burcu
  • AKREP
    Akrep Burcu
  • YAY
    Yay Burcu
  • OĞLAK
    Oğlak Burcu
  • KOVA
    Kova Burcu
  • BALIK
    Balık Burcu
E-Bülten Kayıt
ARŞİV ARAMA
itep kursu