Çocukken hayatı bize bir hikâye gibi anlattılar.
İyi olursan iyilik bulursun dediler. Çalışırsan başarırsın. Sabredersen gün gelir, hak ettiğini alırsın… Öğretmenlerimiz, büyüklerimiz, masallar, çizgi filmler hep bunu söyledi. Hep bir ödül vardı yolun sonunda. Ve biz de o ödül için çıktık yola. Sınavlara girdik, çabaladık, ilişkiler kurduk, sevdik, güven duyduk. Ama sonra bir şey oldu…
Hayat, vaat edilen gibi çıkmadı.
Kimse bize, bazı yolların hiçbir yere çıkmadığını söylemedi. Çok iyi olmanın bazen seni yalnızlaştıracağını, sabrın bazen hiç sonuç vermeyeceğini, çok sevmenin kimi zaman kırılmak anlamına geleceğini anlatmadı. Kimse “bazen haksız kazanır, haklı yalnız kalır” demedi. Ya da demişti de biz duymak istememiştik.
Biz hayatı böyle tahmin etmemiştik
Zannettik ki, dürüst olursak seviliriz. Güzel düşünürsek, güzel şeyler olur. İnsanlara iyi davranırsak, insanlar da bize iyi davranır. Oysa zamanla gördük ki dünya başka bir yer. Herkes kendi derdinde, herkes kendi koltuğunu, rahatını, çıkarını düşünüyor. İyiliğin bile sorgulandığı, iyi niyetin bile suistimal edildiği bir çağdayız artık. Sözlerin samimiyeti azaldı. Gözlerin içi gülmüyor. İnsanlar birbirine temkinli, mesafeli, hatta yorgun bakıyor.
Her şeyin “mış gibi” yapıldığı bir düzende, gerçek olmak en büyük yalnızlık artık.
Sosyal medya koca bir sahne. Herkes mutluymuş gibi, zenginmiş gibi, başarılıymış gibi davranıyor. Ama gerçeği görmek için ekranlara değil, arka sokaklara bakmak lazım. Sessizce ağlayanlara, bir simit parasıyla günü kurtarmaya çalışanlara, sabahın ilk ışığında yollara düşen emekçilere… İşte gerçek oralarda.
Ben bazen bir banka sırasında, bazen bir toplu taşıma aracında, bazen bir çocuğun kirli yüzündeki gülümsemede görüyorum hayatın en hakiki hâlini.
Hayatı böyle tahmin etmemiştik ama artık şunu biliyoruz: Asıl hayat, beklediğimiz yerlerde değil; göz ardı ettiklerimizde gizli.
İnsan bir noktadan sonra anlamaya başlıyor bazı şeyleri.
Sevmenin fedakârlık olduğunu, ama her fedakârlığın değer görmeyeceğini…
Doğru olmanın bir gurur meselesi değil, bir yük olduğunu…
Ve bazen en çok güvenilenlerin, en büyük hayal kırıklığına dönüşebileceğini.
Zamanla büyüyorsun. Ama sadece yaş almıyorsun; kalbinin de bazı yerleri büyüyor, bazı yerleri ise sessizce küçülüyor. Bir yanın hâlâ umut dolu, hâlâ hayal kuruyor… Ama bir diğer yanın çoktan vazgeçmiş bazı şeylerden. Sessizliğin, sabrın, hatta yalnızlığın dili oluşuyor sende. Artık bağırmadan da anlatabiliyorsun derdini; çünkü herkes yorgun, herkes kırgın, herkes biraz eksik…
Biz hayatı böyle tahmin etmemiştik,
Ama şimdi dönüp baktığımızda şunu fark ediyoruz: Tahmin ettiğimiz gibi olmadı, evet. Ama biz de tahmin ettiğimizden daha güçlüyüz. Yıkıldık, yorulduk, kandırıldık, gözyaşı döktük. Ama hiçbirinde kendimiz olmaktan vazgeçmedik. İçimizde bir yer hep “bir şeyler değişebilir” diye fısıldadı. O sesi susturmadık. Belki bu yüzden hâlâ ayaktayız.
Evet, bu hayatta en çok neyi kaybettik?
Sanırım, En çok hayallerimizi kaybettik.
Ama biliyoruz ki; hayalleri kaybetmek, hayal kurmayı bırakmak değildir.
Bir yanımız yıkılırken, başka bir yanımız yeniden başlar çünkü.
İşte insan bu. Eksile eksile büyüyen, kırıldıkça derinleşen, sustukça olgunlaşan bir varlık…
Hayatı böyle tahmin etmemiştik. Ama hayat bize kendimizi tanıttı.
Gerçekleri gösterdi, maskeleri indirdi, bize hem gücümü hem de zaaflarımızı öğretti.
Şimdi biliyoruz: Hayat adil değil, ama hâlâ güzel anlar mümkün.
Bir çocuk kahkahasında, bir dost sesinde, bir gün batımında, bir fincan kahvenin eşlik ettiği dertleşmede…
Ve belki de mesele hayatı anlamak değil, onunla birlikte akışa güvenerek yürüyebilmek.
İçindeki ışığı söndürmeden, kalbini karartmadan, iyiliğinden vazgeçmeden…